HASANDAĞI’NDA MUTLU BİR KAYBOLUŞ ÖYKÜSÜ

Özgür ve ben dağlarda özgürdük

Umur Gürsoy
“Muammer’le konuşup-sözleşip iki yıldır yapmayı düşündüğümüz Hasan Dağı çıkışı için bu hafta sonu buluşmaya karar verdik..”
“Bilseydim…” deme ben sana bir dağ masalı anlatayım mı?
Yazının başlığı “Oku baban gibi, eşek olma”ya benzedi. Dağ koskocaydı belli, ama ben ve beraberimdeki tıp fakültesinden sınıf arkadaşım Dr. Muammer, onun büyük oğlu Dr. Özgür ve Muammer’in iş adamı yeğeni Fatih de, çocukken yanlış yaptığımda annemin azarındaki gibi “Koskoca” adamlardık. Üstelik tanıdığım en az iki kişiye göre ‘hökümet gibi’ adamdım, bana göre Muammer de ‘hökümet gibiydi’, ama dağın sırtında karınca kadar bile olamıyorduk. Üstelik o gece yarısı ben Osmaniye’den, diğerlerimiz Ankara’dan dört nala; uykusuz, aç, sefil ve ‘bizim memleketten’ gelmiştik. Ve Onların amacı beni dağa kaldırmaktı.“Dün, baston, matara ve ikişer kilo Osmaniye fıstığı ve siyah kuru üzüm aldım. Osmaniye’de poşu bulamayınca kapişonlu yeşil kabanımı ve içi müflonlu siyah yün yeleğimi, uyku tulumumu, matımı, çadırımı bir çuvala ve oğlanın okul sırt çantasına doldurdum…”
“Bi daha mı?….” deme ben sana bir dağ masalı anlatayım mı?

Anladım ki Osmaniye’den Hasan Dağı’na çıkmak epeyce zormuş. Zira sırtımdakiler var ve uykusuzum. Ve neredeyse 30 yıldan beri böyle yüce bir dağa hiç çıkmamışım; bu benim için uzun zamandır bir ilk. Osmaniye’den Ankara yönündeki son otobüs saat 24’de ve ben gece yarısı değil sabaha karşı Aksaray’da olmak istediğimden bu otobüsle geliyorum. Yol, ramazan nedeniyle firmanın her zaman mola verdiği Aksaray’da değil de saat 03.00 civarında başka bir dinlenme tesisinde mola vermesi nedeni ile yarım saat gecikme ile 5,5 saat sürüyor. Oysa en az yarım saat gecikme yaptıran Pozantı-Ulukışla bölümü birkaç aydır otobana bağlandı, yolun tam tersine yarım saat kısalması gerekirdi. Bir de Muammer, bu çıkışın hikâyesini sen yazacaksın deyince Hasandağı’na çıkmanın bir başka zorluğu daha ortaya çıkmış oldu. Yolculukta hep yanıma aldığım ve o olmazsa uyuyamadığım U şeklindeki (şişirilenlerden değil, lateks) yastığımı dağa çıkarken yük olmasın diye (ne akla hizmet, bu tip ağırlıkları zaten Muammer’in 2000 metrede bıraktığı otomobile koyacağız) getirmeyince gece bir iki saatlik uykum da piliç oldu ve ben sabah 05.30’da Aksaray’ın şehirlerarası yolcular için simge yerlerinden birisi olan Ağaçlı Dinlenme Tesisleri’ne yarı uykusuz indim. Yarım saat beni Hasan Dağına kaldıracak ekibi bekledim. Meğer, az önce isimlerini saydığım ‘hökümeti dağa kaldırma’ ekibi de uykusuzmuş. Saat erken çaldığı için erken uyanmışlar, bir daha da uykuları tutmamış. Güya hafif bir kahvaltı edip dağa çıkmak için yola koyulacağız ya hepimiz birer mercimek çorbasıyla doymayıp yanına birer de börek, poğaça alıp çay ve kahveyle yiyip içtikten sonra Muammer’deki ‘google earth’ resimlerinin yardımı ile şehirden bizi Hasan Dağı’na götürecek Sağlık Köyü ve Helvadere Kasabalarının yolunu buluyoruz. Zira Aksaray’da caddelerin tabelaları, meydan göbeklerine açılan caddelerin meydan tarafındaki refüjleri üzerine dikilmiş direklerdeki televizyon kutusu gibi kutucuklara yazılmış, ama caddenin hangi yöne devam ettiğine dair yön okları yok. Sağlık Köyü ve Helvadere içinden geçip sağa, dağ oteline giden bozuk asfalt yola sapıp bir on dakika kadar çıktıktan sonra otele gelmeden arabamızı yol kenarında uygun bir yere çekip bir saat kadar eşyaların ve suların (herkese iki şişede üç litre) paylaşılması, tırmanış için uygun giysilerin giyilmesi (uzun kollular, ayakkabılar, poşular-ben boynuma ensem yanmasın diye mendil bağladım-şapkalar) ve yüzümüzün ve güneş gören diğer yerlerimizin bol güneş yağı ile yağlanması bir saatimizi aldı. Zira çadır ve uyku tulumlarının çantalarımıza kalın iplerle bağlamak gerekti. Muammer, yol kenarındaki uyarı tabelasında öğütlendiği gibi Alo 156 Jandarma’yı aradı ve isimlerimizi vererek Hasan Dağı’na tırmanacağımızı ve belki bir gece dağda geçireceğimizi söyleyip bilgi verdi. Saat 08.30’da Muammer’in sonradan kalibre ettiği yükseklik saatine göre 1985 metreden Hasan Dağı’na tırmanmaya başladık.

“Versene şu su şişesini …” deme; ben sana bir dağ masalı anlatayım mı?
Saat 09.20’de 2090 metrede yükseklikte ilk molamızı verdik. En yüklü ve karnı tok halimizle pek fazla yükselememiştik, ama herkes iyi terlemişti. Muammer sırtındaki ıslaklığın çokluğunu önce su şişelerinden birisinin açılmasına bağladı, ama hayır, şişeler sağlam ve kapakları kapalıydı. Birinci molanın hareket saatini not etmemişim, ama en az 20 dakika sürmüştü. (R:2)İkinci mola, 1600 adım sonra, saat 10.30’da ve 2340. metrede verildi. Molada oturduğum taşı beğenmeyip diğerlerinin yanına geçerken “Dur!” demeye kalmadı, Muammer: “Örümceği ezdin” dedi. Meğer ben görmedim, ama büyük siyah bir örümcek iki kayanın arasına 30 cm çapından daha büyük ağ örmüş, Muammer resmini çekiyormuş ki ben tam örümcek ağının ortasındaki çukura basarak önlerinden geçmişim.

Vah vah deyip büyük bir kaya üzerine uzanarak dinlenmeye devam ettim. Birkaç dakika sonra uzun ve paçaları fermuarlı ve astarlı eşofmanımın diz hizasında bir kıpırtı hissettim ve arı olmasından çekinerek hiçbir tepki vermeden paçamın fermuarını açarak genişlettiğim paçamı dizime kadar hayvanı ezmeden dikkatlice sıyırdım. Baş parmak büyüklüğünde siyah bir örümcek toprağa aktı. Demek ki örümcek yolunu şaşırmış, benim paçamdan içeri girmişti.

Soğuk dağ
Yükümüzün önemli kısmını su ve kuru yemişler oluşturduğu için hesaba göre giderek hafifleyecektim, ama ne gezer; çıktıkça, atmosfer basıncı azaldıkça oksijen ve ısı azalıyor, oksijen ve ısı azaldıkça hafiflemeyen yükümüz göreceli olarak artıyor, amma annemin yöresel (Bursa-İnegöl) ağzıyla ‘hararetimiz’ artmıyordu. Heraret artmayınca suları kana kana değil, yudum yudum içiyorduk. Kuru yemişleri bir kereliğine arabanın yanında herkesin cebine biraz dağıtmıştık. Cepler henüz boşalmamıştı ve sırtımızdaki ağırlık bir türlü azalmıyordu. Buna yorulan kaslarımızın algılaması de eklenince yükümüz neredeyse hiç hafiflemiyordu. Bu durum dağdan inip arabanın yanına gelip sırt çantalarımızı indirinceye kadar böyle devam etti. Yine de ekipteki hiç bir kimse dönüş yolunda ağırlığından safra atmadı, bağırsaklarımızdaki gaz hariç (özellikle ben başlarda epey turbo ateşleme yaptım) dağa ne çıkardı isek geri getirdik; özellikle çürümeyen çöplerimizi.
“Kalbim de çok atıyor galiba… deme; ben sana bir dağ masalı anlatayım mı?İkinci mola yerinden saat 11.20’de hareket ettik ve 1000 adım sonra saat 11.45’de 2470 metre irtifada üçüncü kez mola verdik. Muammer, sık sık benim nasıl olduğumu soruyordu. İyiyim diyordum, ama bu mola yerinde biraz dinlenip nabzımı saydım ki dakikada 120 atıyordu. Ritmikti ama epey fazlaydı. Gittikçe yoruluyordum. Sabahları düzenli aldığım tansiyon ilacım nedeniyle biraz kalbim hızlı çarpıyordu. O nedenle doktorum akşamları içtiğim bir ikinci ilaçla bu nabız olayını dengelemişti. Muammer, “Akşam hapının yarısını şimdi al.” dedi; aldım. Tekrar saymadım, ama yarım saat içinde nabzım ve ben daha rahatlamıştım. Dağa çıkarken eğim nedeniyle insan ister istemez yere bakarak yürüyor. Bu bize daha önce görmediğimiz ve bu kadar dikkatle bakmadığımız pek çok dağ bitkisinin ve çiçeklerinin güzelliğini fark etmemize neden oluyor. Sarılar çok sarı, kırmızılar çok kanlı canlı. Daha sonra gözümde güneş gözlüğüm olduğu aklıma geliyor. Kırmızlar ve diğer çiçeklerin rengi biraz da güneş gözlüğünün filtre etmesinden bu kadar canlı gibi, ama çıplak gözle de dağ çiçeklerinin renkleri çok canlı. Hele küçücük bir ot büyüklüğünde, ama dipdiri ve oldukça çok (adım başı) sayıdaki yaban güllerinin başındaki tek tük görülen ve kuşburnu dediğimiz etli meyvelerinin kırmızısı o kadar koyu ve can alıcı ki; birkaç tane koparıp yiyorum, ama henüz tam olmamışlar.
Genelde dağa pek konuşa konuşa çıkıl(a)mıyor, ama yine de ekibin en sessizleri iki gencimiz. Sanırım en ağır yük onlarda; bu yüzden.Üçüncü mola diğerlerinden biraz fazla sürdü. Saat 12.35’de tekrar tırmanışa geçtik ve 730 adım ve tam 100 metre yükseldikten sonra 2570 metrede 4. Molamızı verdik. Saat: 12.55 olmuş. Bu molanın konusu Muammer’in yeni aldığı ve ilk kez giydiği dağ ayakkabısı. Reklam almıyoruz, ama marka adı vermeden Muammer’in ayakkabısına 10 üzerinde 9,5 verdiğini ve ayakkabısının Muammer’i “Kumsalda çıplak ayakla yürüyormuş” gibi hissettirdiğini söylediğini aktarabiliriz. 4. mola biraz daha kısa sürdü ve 13.15’de hareket ederek biraz daha tırmandık ve 760 adım yürüdükten sonra saat 13.45’de yine dinlenme molası verdik. 5. Molanın denizden yüksekliği 2680 metre. 14.10’da tekrar yürümeye başladık. Özgür, önceki çıkışlarında kendinden küçük kardeşi Deniz’in burada akciğer ödemine (dağ hastalığı) girip öksürmeye başladığını, nasıl korktuklarını; bir başka ve tek başına gelişinde kendisine yol gösteren çobanın uyarısına aldırmayan Muammer’in yolunu nasıl kaybettiğini ve gece karanlığa kalarak nasıl büyük bir tehlike atlattığını anlatarak çıkıyorduk.

“Artık insek diyorum.. deme; ben sana bir dağ masalı anlatayım mı?
6. Mola saat 14.25’te 2710 metrede ve daha önceki gelişlerde de olduğu gibi çadır kurulması planladığımız yere çok yakınında verildi. Ben ilk çıkışım olması ve gece dağda kalırken soğuk ve bir çadırda dört kişi uyuyamayacağımızı, zaten uykusuz olduğumum ve bu nedenle yarınki zirve dönüş yolculuğunun çok yorucu ve yaşlılar için riskli olacağını düşünerek “Ben yarın zirveye çıkmak istemiyorum, kendime güvenmiyorum, madem zirveye çıkmayacağım gecelemek de istemiyorum, çünkü başıma bir şey gelirse çok sıkıntılı ve tehlikeli olmasından korkuyorum.” dedim ve yeterlilik önergesi verdim. Onlar da bana hak verdiler ve bu noktadan sonra artık inişe geçmeye karar verdik. Zira saat 15.00’den önce dönüşe geçmek karanlığa kalmamak açısından önemliydi. Zirveyle birlikteki fotoğraflarımız çekildi ve inişe geçtik: saat 14.40.

15.25’de birinci dönüş molasını verdik. Çıkarken verdiğimiz mola yerlerini hiçbirisini bulamadan (yani aslında kaybolmuştuk, ama ovayı ve arabamızı uzaktan görüyorduk) hızla ve iniş takımlarımız (ayak-bacak ve bileklerimiz) iyice pelteleşmiş vaziyette, sık sık kısa molalar vere vere saat 18.30’da arabanın yanına geldik.

Jandarmayı tekrar arayarak gecelemekten vazgeçtiğimizi ve çıkışı bitirdiğimizi bildirip hızla yüklerimizi arabaya yükleyip Aksaray Otogar’ına geldik. Arkadaşlarımdan tam anlamıyla ayrılmadan önce otogardan Osmaniye’ye otobüs olup olmadığını sordum: Saat 20.30’da bir tane varmış. Ankara yolcularına tamam deyip ayrıldığımızda Aksaray Otogar’ının lokantasındaki duvar saati 19.50’u gösteriyordu. İftar yemeğini yiyenlere ben de katıldım ve bir porsiyon bol kılçıklı etsiz taze fasulye, cacık, salata ile yarım ekmekten oluşan akşam yemeğimi iştahla ve otobüse rahat rahat yetişmek için aceleyle yedim.
“Yahu daha yeni indik?..” deme ben sana bir otoban masalı anlatayım mı?
“Aklıma gelen başıma gelir” diye bir sözümüz vardır. Atasözü olduğunu sanmıyorum; büyük sözü olmalı. Her neyse iftar yemeğini garaj lokantasında önümdeki masada yiyip bitiren firma görevlisine 20.30’daki arabanın Osmaniye’ye girip girmediğini sordum. Zira öteden beri kimi sığ ticari görüş sahibi turizm firmaları (ki az sonra biri hariç hepsi olduğu anlaşılan) yolcu az diye otobandan şehre girmiyorlar. Oysa ben, aynı yolcu, bugün Aksaray’dan yarın Bursa’dan binebilirim. Eğer beni memnunun etmezsen artık o ‘az’ yolcuyu da bulamayacaksın. Öyle de oldu. Saat 24’de hareket edecek Seç Firması haricindeki 20.30’daki, 21.15 ve 21.45’deki ve en son 11.30’daki aynı yöne giden beş otobüs firmasının şoförleri ile Aksaray’daki firma yetkililerinin yaptığı konuşmalar sonucunda Osmaniye’ye girmediklerini öğrendim. Sadece birisi girmeyiz, ama tesisten servisimiz var dedi (Servisimizin tadına bir kere bakmıştım; eve en azından bir saat gecikmeli gitmek demekti; zira farklı saat ve yönlerden hareket edip o tesiste o zaman diliminde mola veren birkaç otobüsün yolcusunu bir saat bekleyip topladıktan sonra servis Osmaniye’ye hareket ediyordu).Sonuçta, Seç firmasındaki görevli, “Ağabey sen lokantada otur, ben sana birazdan haber vereceğim, o zaman biletini keseceğiz ve zaten araba otogara değil Ağaçlı Tesisleri’ne girer, biz seni servisle oraya götürürüz” dedi. Tesise götürülmek ve tesiste beklemek işime gelmişti. Çünkü Ağaçlı Tesisleri modern, insanı sıkmayan, istediklerinizin (çay ve yemek vb açısından) en iyisini bulabileceğiniz ve benim gibi üç erkek tarafından dağa kaldırılıp perişan edilmiş birisi için, yediğim önümde yemediğim arkamda; iyi bir bekleme yeriydi. Ancak görevlinin işi (yani otogara gelen son otobüslerin yolcularını yerleştirmek) 21.30’a kadar sürmüştü. Birkaç kere daha gidip ne zaman gideceğimizi ve bileti ne zaman keseceğini sorduktan sonra sonunda biletimi kesip verdi ve tek kişi olarak beni bir servis minibüsü ile şehrin neredeyse otogara göre 10 km tam tersi yönünde olan Ağaçlı Tesisleri’ne götürdüler. Sırt çantamı ve bir çuvala koyduğum uyku tulumu, çadır ve matı açık mekândaki bir masanın dibine pencere tarafına yıkıp bir şeyler almaya (tesiste her şeyde self servis vardı) içeri girdim. Döndüğümde yerimde 10-15 yaşlarında biri kız iki yetişkin çocuk benim masamda yemek yiyorlardı; rahatınıza bakın deyip arkadaki masada çay içen üç gencin yanın izin isteyip oturdum. Sohbette gençlerin atama kurasında Balıkesir’in Mustafa Kemalpaşa ilçesini çeken öğretmen ve onu yolcu eden iki arkadaşı Aksaray’lılar olduğu anlaşıldı. Onlar da benim gibi Seç firmasını bekliyorlarmış. Hasandağı’na kendilerinin de, ama yüksüz çıkıp indiklerini anlattılar. O sırada garip bir şey oldu; yandaki masanın altındaki sırt çantamın bana dönük dış ön cebinde bir ışık yanıp sönmeye başladı, hemen cep telefonumu aradım, cep telefonum yanımdaydı. “Allah Allah” deyip yemek yiyen (sonradan Türk olmadıklarını yandaki masadaki aileleriyle yabancı bir dilde konuşmalarından anladığım) çocuklara “Merak etmeyin ben bir bakayım” diyerek çantanın cebini fermuarını açtım ki herhalde çocukların birisinin ayağı değmiş olacak ki dağda gecelersek diye götürdüğüm bisiklet farımın kısa kısa aralıklarla yanıp sönme programına geldiği anlaşıldı. Feneri kapattım ve böylece pilin bitmesini önledim. Sonrası: Hasandağı’na çıktığımız 22 Ağustos 2009 Cumartesi tarihinde gecesi ve gündüzüyle sarı sıcakta yanmakta olan Çukurova’dan sonra, serin mi serin Aksaray ve Ağaçlı Tesisleri bana ilaç gibi gelmişti. Uykusuz ve dağ yorgunu, Uludağ eteklerindeki sılasına hasret bir Gavurdağı kaçkını, ‘Allahına kadar antropozuna vurgun’, dertlerinden alabildiğince uzak Ben; mutluydum ve otobüsüm sonunda geldi.
Eve dönünce
“Hasandağı’na çıktım”, dedim; Ankara’da oturur Adanalı arkadaşım Hilmi’ye. “Vay be!” dedi; “Hayranım o dağa! Fotoğraflarını çekerim yıllardır, bir türlü çıkamamıştım, sen nasıl çıktın?”. Osmaniye’de, hanımın teyze kızının beyi Adnan dönünce sordu: “Çıktın mı, çıktın mı?” Hanım, İnegöl’deki anneme söylememiş, bu yaşta antrenmansız-pek öyle sayılmaz ama-Hasandağı’na çıktığımı; endişelenmesin diye. Hanım, babam her Adana-Ankara yolculuğunda dağı görünce “ Hasandağı çatal matal” diye türküsü vardır derdi” dedi. Sonra, Muammer ya telefon açtı ya da elektronik posta yazdı: “Bu kez çıkış notlarını sen kaleme alacaksın, web sayfama koyacağım, belki dergide de yayınlayacağız”. “Ne dergisi?” diye sormadım, ama “O zaman adam gibi mi yazayım keçi gibi mi? diye sordum; “Keçi gibi yaz.” dedi. Sonra, internette araştırma yaptım; kafam iyice karıştı. Ruhi Su’nun Hasandağı türküsünün sözlerinin kendisine ait başka bir türkü ve ayrı öyküsü olduğunu öğrendim; hüzünlendim(1). Macar Müzikçisi Bela Bartok’un (2) ve Karacaoğlan’ın (3) da bulaştığı diğer Hasandağı türkülerine başta Adana (4) olmak üzere Antep’in, Kilis’in (5), Niğde-Bor’un (6), Hatay’ın (7) ve Osmaniye’nin (2) ve tabii ki Aksaray’ın, sahiplendiğini; türkülerin çoğu sözlerini benzediğini ama bazılarının epey daha farklı sözleri olduğunu ve belki de farklı melodileri olduğunu; bazılarının internet üzerinden dinlenebildiğini (8); “Hasandağına oduna gitmek” diye bir deyim olduğunu (9); “… püskürttüğü lav ve küller bölgede kalın bir tüf tabakasının oluşumunu sağlayarak Kapadokya’nın mimarı” (10) olan üç dağdan birisi olduğunu; “zirvedeki krater çukurunun batı sırtı üzerinde Hasan Dede’nin taşlarla çevrilmiş mezarının” (10) olduğunu, ama dervişlikte “Asıl hüner güzel kadınlar arasında ermiş kalabilmek” olduğu için dağa adını veren Hasan Dede’nin Aksaray’da hamamda çalışan derviş arkadaşı Ali Baba’ya hamamda yaptığı ziyaret sırasında hamamdan çıkan kadınlara gözü takılınca dağdan getirdiği ve sohbetin o anına kadar erimeyen mendilindeki karın erimesi yüzünden bu sınavdan zayıf not aldığını öğrendim. Daha sonra, indikten günler sonra, Hasandağı’nda kayboldum. Biraz daha sıksam kendimi, yazı roman olacaktı, ama bir daha kaybolmaktan korktum.
Kaynaklar
1. http://bianet.org/bianet/print/86742-ruhi-su-ile-birlikte-kirk-yil-sidika-su adresine yapılan 01.09.2009 tarihli ziyaret.
2. http://www.turkudostlari.org/14780/Kamil-cenet/Hasan-Dagi-Hasan-Dagi-2-sozleri.html adresine yapılan 01.09.2009 tarihli ziyaret.
3. http://www.turkuyurdu.com/cok-sevdigim-hasan-dagi-14126.html adresine yapılan 01.09.2009 tarihli ziyaret.
4. http://www.yenibirforum.info/hasan-dagi-catal-matal-turkusu adresine yapılan 01.09.2009 tarihli ziyaret.
5. http://www.turkuyurdu.com/hasandagi-turkusu-12018.html adresine yapılan 01.09.2009 tarihli ziyaret.
6. http://www.onlineturkudinle.org/default.asp?durum=ara adresine yapılan 01.09.2009 tarihli ziyaret.
7. Kaynak: http://www.turkuler.com/sozler/turku_hasan_dagi_oymak_oymak.html adresine yapılan ziyaret.
8. http://www.onlineturkudinle.org/default.asp?durum=ara
9. http://sozluk.sourtimes.org/?t=hasan+da%C4%9F%C4%B1 adresine yapılan 01.09.2009 tarihli ziyaret.
10. http://www.peribacasidergisi.com/words/kapadokyanin%20mimarlari-hasandagi.htm adresine yapılan 01.09.2009 tarihli ziyaret.